Tüketiciyi Destekleme Derneği

"Yaşanabilir ve sürdürülebilir bir dünya"
 
 
 
20 Nisan 2024 Cumartesi 
Ziyaretçi Sayımız: 1.692.195

Ana Sayfa
Üyelik Formu

Kurumsal


Şubelerimiz

Kurucu Üyeler

Denetim kurulumuz

Yönetim Kurulumuz

Onur Kurulumuz

Çözüm Merkezi

Çalışma Komisyonları

İnsan Hakları Kurulu

Hasta Hakları Kurulu

Faydalı linkler

Reklam Kurulu Kararları

Tüketici Konseyi Kararları

Şubelerimizden
 





 

Üye Olduğumuz Kuruluşlar

ekmek israf etme

eskişehir

 
   
Gıda Terörü..
Gıda Terörü..

PAZARTESİ KONUŞMALARI 27.09.2010 Neşe Düzel

"Bülent Nazlı: ‘Bu et çocuklar için ölümcül’

 

 

 

 

Veteriner, ‘ben bu eti imha edeceğim’ diyor, kasap ‘hayır edemezsin’ diye cevap veriyor. Veterinerin mezbahadaki o eti imha edebilmesi için yanında silahlı bir kuvvetin bulunması lazım.”

“Listerialı etlerde ölüm oranı yüzde 30-35. Bağışıklık sistemi problemli olanlar için, şeker hastaları, 1-7 yaş çocuklar, 60 yaş üstü insanlar ve AIDS’liler için bu etler tehlikeli.

NEDEN BÜLENT NAZLI

Biz hep asker ve yüksek yargı vesayetinden söz ettik ama, Türkiye’de vesayet sistemi hiç iki ayaklı olmadı. Türkiye toplumu, daima büyük şirketlerin de vesayeti altında yaşadı. Bunlar da, Türkiye’nin dünya standartlarını uygulamasını istemediler ve hâlâ istemiyorlar. Uluslararası hukukun bu ülkeye getirilmesini geciktirmeye çalışıyorlar. En çok da Türkiyeli tüketicilerin, AB’nin çevre ve tüketici haklarıyla tanışmasından ve çevre ve gıda hukukunu Türkiyeliler için de talep etmesinden korkuyorlar. Çünkü üretimden tüketime eski düzen tümden değişecek, insanlara zehirli, kirli, katkılı, hileli gıda ve mal satılamayacak o zaman. Paranın güçlü lobisiyle hazırlanan kanun metinleri değişecek. Artık kanunlar, şirketlerin çıkarları için değil, tüketicinin haklarını korumak için çıkarılacak. Bunun için de firmalar büyük paralara yeni altyapı yatırımları yapmak zorunda kalacak. Bütün bunlar olacak çünkü Türkiye AB’yle en önemli müzakerelerden biri olan gıda faslını bu yaz başında başlattı. Türkiye’nin üreticisi de, tüketicisi de yepyeni ölçülerle ve uygulamalarla karşılaşacak bu süreçte. Tabii bir de topluma karşı işlenen gıda suçları da, tüketici bilinçlendikçe ve Taraf gazetesi oldukça tek tek ortaya saçılacak. 12 tonluk zehirli et olayında olduğu gibi... İnsanlar, kimin, neyi, nasıl kendilerine yedirdiğini öğrenecek. Biz de bu konuyu her yönüyle Prof. Bülent Nazlı’yla konuştuk. Gıda hijyeni, gıda güvenliği, gıda kontrolü ve et muayenesi konusuna, Fransa ve Brüksel’deki yılları dâhil yirmi yılını vermiş olan Veteriner Gıda Hijyenistleri Derneği’nin kurucularından Prof. Bülent Nazlı, İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi Besin Hijyeni ve Teknolojisi anabilim dalında öğretim üyesi.

* * *

NEŞE DÜZEL: Taraf gazetesi, on iki ton bakterili etin kaybolduğunu saptadı. Tarım Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanı da, haberi ortaya çıkaran arkadaşımız Kazım Çeliker’e, bu zehirli etleri halkın yediğini söyledi. Bu, ilk kez mi oluyor yoksa biz sık sık böyle zehirli et yiyor muyuz?

BÜLENT NAZLI: Bu tür sağlık açısından sakıncalı etleri biz sık sık yiyoruz. Bu etler kimsenin haberi olmadan piyasaya sürülüyor. Sonuçta bunların içindeki bakteriler insanlara geçiyor ve insanlar bütün bunlardan habersiz kaderleriyle baş başa kalıyor. Bu son olaydaki 12 ton ette de işte bu bakteriler bulundu.


Ette başka ne bulunabilir?

Virüs de bulunabilir. Virüsler ve bakteriler, doğadaki ‘en küçük tek hücreli’ canlılardır. Gıda hijyeni, zaten bu yüzden hayati bir konudur ya... Şöyle anlatayım... Gıdalar arasında en önemlisi et ve et ürünleri hijyenidir. 12 ton bakterili etin ‘kırmızı et’ olduğu söyleniyor ya şimdi. Bence o bile belli değil. O hamburger köftelerine tavuk eti de karıştırılmış olabilir.


Nasıl?

Neşe Hanım, Türkiye’de et sanayiinde büyük problem var. Durum öyle berbat ki... Hijyen açısından entegre olmuş sadece birkaç firma var. Gidin bakın, onlarda da ne doğru dürüst bir eğitim var, ne de o firmaların patronlarında hijyene bir saygı var. Birkaç sorumlu ve ciddi firmayı saymazsak, bizde et sanayii çok zor entegre oluyor.


Et sanayii niye zor entegre oluyor?

Çünkü et tüketiciye ulaşıncaya kadar çok çeşitli aşamalardan geçiyor. Et sektöründeki tabirlere bakın siz... Tüccar, celep, cambaz... Et sektöründeki isimlerde bile bir anormallik var.


Cambaz kim?

Cambaz, hayvandan çok iyi anlayan, bir görüşte onun kaç kilo olduğunu tesbit eden ve hayvanın sağlıklı olup olmadığına hiç aldırmadan, onu bir an önce kesim için piyasaya gönderen biri. Etteki zincir sadece bu da değil. Mezbahalar var bir de. Cambazlar, tüccarlar hemen bu hayvanları mezbahaya getiriyorlar.


Ve mezbahalarda hangi anormallikler yaşanıyor peki?

Mezbahalarda da zaten bir kasap hegemonyası var. Eli bıçaklılar bunlar! Bırakın hayvanları, insanlar korkuyor onlardan. Yanlarına veterinerler giremiyor.


Anlamadım...

Eğer bir mezbahaya veteriner hâkim olamıyorsa, bu, o mezbahada hijyen yok demektir. Oysa hayvanlar, veteriner kontrolünde, Avrupa Birliği kurallarına uygun olarak modern teknoloji metotlarıyla kesilmek zorunda. Türkiye’de bu kontrol de yok. Hijyen denetimi olmayınca da, mezbahada çalışan hasta insanlardan, aletlerden, böceklerden, sineklerden, farelerden, sıçanlardan etlere bakteriler, virüsler bulaşıyor. Gidin görün mezbahaları, bunlar cirit atıyor. Aman! Aman!


Yasaya göre mezbahalar veteriner kontrolünde çalışmak zorunda. Anlamadığım şu... Devletin veterineri mezbahaya giremiyor mu?

Mezbahaya resmen giriyorlar ama görev yapamıyorlar. Bu kontrol işi belediye zabıtasıyla yapılamıyor. AB ülkelerindeki gibi gıda polisinin kurulması lazım. Dedim ya, bizde mezbahalar kasapların ve tüccarların hegemonyası altında. Devlet, görevlendirdiği veterinerin yanına silahlı bir güç vermediği için ancak babayiğit, gözü pek, korkusuz bir veteriner mezbahadaki uygulamaya karşı direniyor. Ama öyle veteriner arkadaşlarımız var ki, bunlar da kavgada yaralanıyorlar... Tehdit ediliyorlar.


Nasıl tehdit ediliyor?

Veteriner, “ben bu eti imha edeceğim” diyor, kasap “hayır edemezsin” diye cevap veriyor. Veterinerin o eti imha edebilmesi için yanında silahlı kuvvetler olması lazım. Zaten sonra bir bakıyorsunuz, o dişli veterinerin bir başka yere tayini çıkıyor. Çünkü kırmızı ette çok büyük paralar dönüyor. Etin hikâyesi bununla da bitmiyor.


Et mezbahadan çıktıktan sonra ne oluyor?

Bu etlerin güya soğuk taşımayla marketlere gitmesi lazım. Ama böyle taşınmayan o kadar çok et var ki. Taksilerin, pikapların arkasında ya kasap ve marketlere, ya da sucuk, sosis, salam üreticilerine taşınıyorlar ve dolayısıyla bu etler, bir kez daha kirleniyorlar. Bu kez çevredeki bütün hastalıkları da insanlara taşıyorlar.


Zehirli et olayına adı karışan şirketler ünlü şirketler. Burger King’in, Maret’in adı karıştı bu skandala. Böylesine ünlü markaların olduğu yerde bile böyle olaylar oluyorsa, daha kuytularda neler yaşanıyor kim bilir?

Türkiye’de et üretiminin yüzde 60’ı kuytularda yapılıyor. Adını verdiğiniz şirketler ise entegre tesislere sahip olan, veteriner çalıştıran yüzde 40’lık gruba giren şirketler. Vicdanlarının sızlaması lazım! Düşünün, bunlarda kontrol tam sağlanamıyor. Gerisini siz tahmin edin. Yüzde 60’ta kontrol hiç yapılamıyor. İzinsiz, ruhsatsız kaçak şirketler bunlar. Ama şunu da söylemeliyim. Sektörde ciddi anlamda sorumluluk taşıyan bazı firmalar da var. Onları unutmamak lazım.


Halka bakterili et yedirmenin cezası nedir?

2005 yılında AB’ye uyum için 5179 sayılı Gıda Yasası çıktı. Para cezaları arttırıldı. Ölüme sebep olacak olaylara ise en fazla iki, üç senelik hapis cezası getirildi. Anlayacağınız yıldırıcı bir ceza değil bu. İnsanı öldürüyor ama iki, üç yılda hapisten çıkıyor. AB ülkelerinde olsa, işin boyutuna göre müebbet hapse kadar gider bu iş. Ayrıca bizde AB ülkelerindeki gibi gıda ihtisas mahkemeleri ve gıda konusunda uzmanlaşmış hâkimler de yok. Zaten AB’yle aramızdaki müzakerelerde, en zor konu da gıda konusu.


Yasası 2005’te çıkan gıdada AB’yle müzakereler nasıl gidiyor?

‘Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı’ faslı daha yeni bu yıl 30 haziranda açıldı. Bu tür olaylar yaşandığı sürece... Türkiye gıda sanayii AB standartlarına uyum göstermediği sürece, bu müzakereler sonuçlanmaz, bu fasıl kapanmaz. Dolayısıyla Türkiye’nin tüketicileri de Avrupalı tüketicilerin haklarına kavuşamazlar, yani yaşam hakkı açısından korunmazlar.


Kim geciktiriyor bu süreci?

İşin içinde herkes var. Bazı şirketler de var, bazı bürokrasi de var... Tüketiciler de bilinçli değil.


Tüketici ne olup bittiğini bilmiyor ki. Neden bu markaların ürünlerinde bakteri bulunduğunda bu, halka hemen duyurulmuyor?

Devlet bazı üreticileri koruyor olabilir. Ayrıca bu işin, bütün bir sanayie zarar verip vermeme boyutu da var. Tüketici sağlığını korurken, üreticiyi de bir yandan da korumamız lazım. Neticede bir sanayiniz var. On kötü firma var diye 60’ına zarar veremezsiniz.


Esas olan insan sağlığı, tüketicinin hakkı değil midir?

Tabii ki. Duyurulması lazım... Mesela, bizde Tarım Bakanlığı da kuş gribinde olayların önüne geçmişti.


Türkiye, Avrupa Birliği üyesi olsaydı ve AB’nin yasalarını kabul etseydi aynı zehirli et olayı yaşanır mıydı?

Yaşanmazdı. Çünkü şirketlerin imha tesisleri bulanacaktı. Kontrol eden veterinerler imha tutanağını usulsüz düzenleyemeyeceklerdi. Ve bu etler gerçekten imha edilecekti. Yani bu etleri şirketler insanlara yediremeyecekti.


Bakterili olduğu saptanan etler nasıl imha edilir?

Çeşitli imha yöntemleri var. Ya özel yakma fırınlarında yakılır. Bulaşıcı hastalık varsa, kireçli derin çukurlara gömülür. Veterinerin gözetiminde imha edilir. Yoksa adam hayvanı ya da eti alır kaçar.


Burger King’in bakterili etleri, bunları imha edecek imkânı olmayan birine “imha et” diye vermiş. Neden böyle bir şey yaptılar sizce?

Büyük sorumsuzluk. Bir de akla şu geliyor tabii. Şirketteki biri bu işten nemalanıyor da olabilir. İmha edilmediği takdirde 12 ton et büyük para çünkü!


İmha etmek için etleri alan adam bunları köpeklere verdiğini söylüyor. Köpekler on iki ton et yiyebilir mi?

Mümkün değil. Yalan söylüyor besbelli. O etlerin bir şekilde değerlendirildiği sonucu çıkıyor bundan. Zaten savcının, sadece bu açıklamayı suç duyurusu olarak ele alıp, bu 12 ton et hakkında Hayvan Hakları Yasası uyarınca hemen dava açması gerekiyor. Böyle etler köpeklere yedirilerek imha edilmez. Hayvan haklarına aykırıdır ve yasaya göre yasaktır bu.


On iki ton bakterili et yiyen köpekler ne olur?

Ne olacak? Bakterilerin taşıyıcısı olurlar. O bakterileri, çevreye yayarlar, diğer hayvanlara ve insanlara bulaştırırlar. Çünkü hayvanlar da, insanlar gibi bu bakterilere karşı duyarlılar. Onlar da bakterinin çokluğuna ve patojenitesine bağlı olarak hastalanırlar ve ölebilirler.


İçinde Listeria ve Salmonella bakterileri bulunan etler imha edilmezse, bu etlerin içinde bakteriler çoğalır mı?

Tabii ki. Bunlar ortadan bölünerek çoğalırlar. Yeni beslendikçe hem çoğalırlar hem de daha zehirli hale gelirler.


Bu etleri yiyenler ne tür bir sağlık sorunuyla karşılaşır?

Özellikle Listeria çok tehlikeli. Yüzde 30-35’e varan ölüm oranı var Listeria’nın. Yani her yüz kişiden 30’u, 35’i ölüyor demek bu. Bağışıklık sistemi problemli olan insanlar için, mesela şeker hastaları, AIDS hastaları, hamileler, 1-7 yaş arasındaki çocuklar için, 60-65 yaş üstü insanlar için Listeria bakterisi taşıyan etler çok tehlikeli.


Listeria insan sağlığında başka ne hasarlar yapıyor?

Mesela göze gittiği zaman kişinin gözü hastalanıyor, konjektivitist oluyor. Listeria, 72 derecedeki ısıyı 12 dakika boyunca devamlı uyguladığınızda ancak ölüyor. Siz hiçbir hamburgerin 12 dakika bu ısıda piştiğini gördünüz mü? Hele bir de bu bakteriler köftenin az pişen orta yerindeyse, bir bomba yiyorsunuz demektir.


Ya Salmonella? Pişirilince, o ölüyor mu?

Salmonella da 70 derece ısıda ancak 10 dakikada ölüyor.


Özelikle hamburgerler çocukların sevdiği bir yiyecek türü. Çocuklara etkisi nedir bu zehirli etin?

1-7 yaş arasındaki çocuklarda bu bakteriler daha ölümcül oluyor. Çocuğun hastalanması için bütün bir hamburgeri yemesi de gerekmiyor. Küçücük bir lokması da tehlikeli bunun. Salmonella bakterisi iki türlü etki yapıyor. Gıdanın içinde çok çoğaldığı zaman zehirlenme yapıyor. Diğer türü ise ‘tifo ve paratifo’ yapıyor. Yani enfeksiyon yapıyor. Ateş, başağrısı, her türlü sağlık sorununa yol açıyor. Listeria ise vücutta sadece enfeksiyon üretiyor. O eti yediğiniz zaman sindirim sistemiyle vücuda geçiyor. Mide ağrıları, kramplar, kusmalar, bağırsak hastalıkları, boğazda yanmalar yaşatıyor.


Hamile kadınları nasıl etkiliyor bu etler?

Onlar bedenlerinde başka bir canlı daha taşıdıkları için zaten bağışıklık sistemleri yorgun. Bağışıklık sistemi bakterilere karşı savaşamadığından, bu bakteriler onlarda bebeği düşürmeye, bebeğin zehirlenmesine, ölmesine sebep oluyor. Mesela süt ve peynirle geçen bazı bakteriler var ki, bunlar kadında yavru atma hastalığına neden oluyor. Halkımız ise nedenini bilmediği için bu düşüklere, “kader” diyor.


Neden şirketler bu etleri hemen imha etmiyorlar?

12 ton et... Etin kilosunu 20 liradan hesaplayın 240 bin lira eder.


12 ton et büyük şirketler için öyle çok büyük rakamlar değil. Neden bunları gerektiği gibi imha etmiyorlar?

Bu kadar riski göze alıp, insanların sağlığını tehdit etme vicdansızlığını gösteriyorlarsa bunun nedeni paradır. Para, insanları yoldan çıkarır... İmha etme işi de pahalıdır. Çünkü imha etme metodu yakmadır. Bu yakma işlemi ve yakma fırınları ucuz değildir. Gerçi bazı entegre tesislerde imha tesisleri bulunuyor ama onlarda da etkin denetim yok işte.


Et imha edilirken bir devlet görevlisinin zabıt tutması gerekir mi?

Böyle bir şey sahipsiz bırakılır mı Allah aşkına? Zabıt tutulması şart. “Şu kadar ton eti, şu yöntemi kullanarak imha ettim” diye açıklaması ve zabıt tutması gerekiyor.


Tarım Bakanlığı Teftiş Kurulu Bakanı, iki memurun geriye evrak düzenleyerek etleri akladıklarını ve bu iki memurun görevden alındıklarını açıkladı. Bu tür rüşvet olayları bu sektörde sık sık yaşanıyor mu?

Gördüğüm bir şey yok ama... Biz de duyuyoruz. Sistem çok bozuk. Tehditleri biliyoruz. Veteriner arkadaşlar bize gelip yakınırlar. “Görevimizi yapamıyoruz. Bize görev yaptırtmıyorlar. İmha et dediğim eti imha ettiremiyorum. Gidip ya belediye başkanından ya da zengin tüccardan işleri ayarlıyorlar. Bildikleri gibi davranıyorlar” derler. Düşünün...


Evet...

Son olayda 12 ton et büyük şirketler için büyük bir rakam değil ama halk sağlığı açısından çok büyük bir rakam. Bir hamburger köftesi olsa olsa 60 gramdır. 12 ton et 160 bin adet hamburgere dönüşüyor. 160 bin adet, 160 bin çocuğu riske sokmak demektir. Zaten gıda terörü denen de budur. Gıda kökenli hastalıklardan ölen insanların sayısı, trafikte, savaşta, sel gibi doğal afetlerde ölen insanların sayısından çok daha fazla. Çünkü insanlar her gün yiyor, içiyor. Dolayısıyla gıda kökenli hastalıklar her gün yaşanıyor. Resmî kayıtlar var bu konuda.


Rakamlar nedir?

Dünya genelinde her gün beş, altı milyon insan gıdalar yüzünden hastalanıyor. Gıda kökenli hastalıklar yüzünden insanlar uzun yaşayamıyorlar. Erken ölüyorlar. Zaten bu yüzden AB ülkeleri, Amerika ve Japonya hepsi “gıda güvenliği” diye bir kavram ortaya çıkardılar. AB müktesebatının yüzde 60’ı gıda güvenliğidir. Devleti milyarlarca dolarlık sağlık harcamalarından kurtarmanın ve vatandaşların refahını arttırabilmek için devletin başka alanlara yatırım yapabilmesinin yolu da budur. Aslında gıda güvenliği, bir tür koruyucu hekimliktir.


Daha net anlatsanız...

Bakın... Gelişmiş dünya, şirketlerin insanları önce hasta edip sonra ilaç sektörüyle ve hastanelerle tedavi etmelerine izin vermiyor. Gelişmiş devletler önce insanların hasta olmalarını engelliyor!


Etlerin sağlıklı bir biçimde tutulması için gerekli tesisle sahip miyiz?

Maalesef yeterli soğuk hava depolarına sahip değiliz. Hayvanların beslendiği ahırların, çiftliklerin ve kesimhanelerin tertemiz olması lazım. Türkiye bu konuda berbat durumda. Özel sektöre ve belediyeye ait mezbahalar var. Özel sektöre ait olanlar yeni yapılıyor. Büyük firmalar entegre tesisler oldukları için daha düzgün ve daha temizler ama Türkiye’de kesimlerin çoğu belediye mezbahalarında gerçekleşiyor. Onlar perişan!


Peki... Bir etin bozuk olduğunu nasıl anlarız?

Bunun aşamaları var. Etin bozulduğunu duyularınızla son aşamada anlarsınız, çünkü rengi değişmiş, kıvamı sulanmış ve kokuşmuştur. Etin normal rengi açık kırmızı, pembedir. Eğer et aşırı kırmızıysa ve aşırı parlaksa bu ete yaklaşmayın. Ama insan bir etin bakterili olup olmadığını anlayamaz. Çünkü bakteriler bir eti bozmaz. Gözle görülmeyen bu tek hücreli canlılar etin içinde yaşayıp bomba gibi bekliyorlar. Hijyene uyulsa, bunlar yaşayamazlar.


Marketlerde, büfelerde, hamburgercilerde etler nasıl denetlenmeli?

Çok zor. İSO 22000 dediğimiz kanunen zorunlu bir standart çıktı. Bütün büyük marketler, gıda işletmecileri, üreticileri kendi iç kontrol sistemlerini kurmak zorundalar ama sektörde bazı ciddi firmalar olsa da bu yasa sektörün çoğunda kâğıt üzerinde kalıyor.


Eğer devlet, şirketlerin kârlarını değil de insanların sağlığını ön plana koysa ve denetimini yapsa, bu virüslerle ve bakterilerle baş edilebilir. Sizi doğru mu anlamışım?

Aynen öyle. Bu ülkede ekonomik parametreler, sağlık parametrelerinin önüne geçmiş durumda. Günah insanlara. Bu bozuk düzende insanların yaşam süresi kısalıyor. İnsanlar erken ölüyor. İnsanların yaşam kalitesi bozuluyor, insanlar hastalanıyor.


Bizim yasalarımız firmaları halkın sağlığından daha önemli mi buluyor?

Herhalde öyle. Maalesef şirketler daha önemli! Mesela gıda ürünlerinin raf ömürleri! Aslında ürünlerin raf ömrü uzarken, insanların raf ömrü kısalıyor. Çünkü bir ürünün raf ömrünü ne kadar uzatırsan, o ürünü insan için o kadar riskli hale getiriyorsun. Mesela halkın sağlığını bozan başka bir konu: katkı maddelerinin yanlış kullanımı! Mesela alerjik maddeler! Çocuklarımız ve birçok yetişkin bundan ötürü aşırı şişmanlıyor ve hastalanıyor! Mesela aldatıcı uygulamalar ve hileler!


Ne tür hileler yapılıyor?

Tavuğun sakatatı, ikinci sınıf dokusu, yağı, kıyma haline getiriliyor, baharatla karıştırılıp et diye satılıyor. Mesela antibiyotikli sütler ve etler! Bunları yiye yiye, insanın vücudu antibiyotiğe alışıyor. Ve insan hastalandığında doktorun verdiği antibiyotik görevini yapamıyor. Doktor da, “ay ben antibiyotik verdim ama öldü” diyor.


Tarım Bakanlığı bütün bunları denetlemiyor mu?

AB müzakereleri başladığından beri Tarım Bakanlığı’nın çalışmaları çok çok olumlu ama bir standardı, kuralı ve kontrolü olan AB sistemi, kolay yoldan para kazanmaya devam etmek isteyenlerin işine gelmiyor. Çünkü düzenleri bozulacak ve hiçbir şey yapmadan bedavadan para kazanma devri bitecek. Ancak hak eden üretici ve tüccar para kazanacak. AB hukukuna uyanlar, ekonomide egemen sınıf olacak. Kolay para kazanmaya alışmış olanlar tarafından AB standartlarının Türkiye’de uygulanması istenmiyor tabii. Bunlar, siyasetteki ve bürokrasideki ilişkileriyle durumu idare ediyorlar.


Tam olarak ne yapıyorlar?

Gıdada AB standartlarının uygulanmasını erteletiyorlar, denetimi doğru dürüst yaptırtmıyorlar. Gıda faslının AB’yle müzakereleri bu yüzden gecikti ya... Türkiye zaten AB’ye giremezse, gıda faslı yüzünden giremeyecek.


Hükümet canlı hayvan ithalatından sonra şimdi de et ithalini serbest bıraktı. İthal ette bakteri ve virüs açısından risk yok mu?

Her türlü risk olabilir. Denetimin etkin yapılması lazım. Tarım Bakanlığı, ithalatçıyı denetlemek için üç aşamalı bir kontrol sistemi kurdu. Bu sistem işlerse, ithal ette hiçbir sağlık riski olmaz. Ayrıca bu ithal et iç piyasayı terbiye eder. Hükümet çok hassas bir karar aldı ve dolayısıyla çok titiz davranacak. Rantlar biteceği için, kemikli et ithalinin serbest bırakılmasına karşı çıkan büyük bir kesim var. Dolayısıyla şimdi herkesin gözü et ithalatının ve hükümetin üstünde...


Sizce et ithalatını serbest bırakmak doğru mu?

Bence hükümet doğru bir karar aldı. Türkiye’de 70 milyon nüfusa karşılık kala kala 10 milyon büyükbaş hayvan kaldı. Yeterli hayvan sayısına ulaşıncaya kadar et ithal etmeliyiz. Hem sağlık sorunlarını önlemek, hem de haksız kazancı ve et kaçakçılığını engellemek için et ithalatı serbest olmalı. Düşünün... Bu ülkede yılda bir milyon ton kesim yapılıyor. Bu büyükbaş hayvanların 500 bin tondan fazlası kaçak giriyor ülkeye... Hiç kontrol yapılmıyor. Biz etin kontrol edilebilen kısmıyla ilgili konuştuk. Kontrol edilmeyen kısmını konuşamıyoruz bile.


Orası nasıl?

Orası tam bir felaket. Bu yüzden et ithalatını serbest bırakma kararı çok doğru. Yoksa insanlar ucuz ürünlere yükleniyor. Kırmızı et diye at, eşek eti, tavuk artıkları, soya fasulyesi karışımları yiyor. Tavuk sanayii köşeyi döndü bu ülkede. Serbest ithalatla et ucuzlayacak, tavuk da kendine çekidüzen verecek. Hele Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa gibi ülkelerden dünyanın en kaliteli etleri, bizimkinin üçte bir fiyatına gelecek.


Neden bugüne dek insanların et yemesine ve iyi beslenmesine imkân verilmedi? Et ithalatının serbest bırakılmasına kim direndi?

Kaçakçılar ve bazı büyük firmalar. Bazı büyük firmaların elinde 60-70 bin büyükbaş hayvan var. Piyasada et ucuzlamasın diye altın gramajı gibi tane tane çıkarıp satıyorlar piyasaya. Etin fiyatını düşürmemek için bu kesimlik besi hayvanlarını elde tutuyorlar, az az kesiyorlar.


Nerede bu büyük firmalar?

İsim vermeyeyim. Bu büyük firmalar Marmara Bölgesi’nde de var, Doğu’da da var. Mesela Bandırma’da var. Hâlbuki kırmızı et insanın ihtiyacını duyduğu en temel gıdadır. Hayat kurtarır bu gıda.


Büyük firmalar dediğiniz entegre tesisler mi?

Eeee tabii. Entegre tesisleri var...


Ette durum böyle. Peki sütte, süt ürünlerinde durum nasıl?

Peynir ve sütte özellikle Brusella ve tüberküloz bakterileri var. Brusella yavru atma hastalığına neden oluyor, tüberküloz da vereme. Türkiye’de verem çok yaygın. Hijyen kurallarına uymayan gıdalardaki bakteriler ve virüsler yüzünden Türkiye’de insanların sağlığı bozuluyor. Gıdalardaki bu zararlı mikroorganizmalar, sindirim sisteminden dolaşıma ve gözden sinir sistemine kadar vücutta gittiği her yerde anormallikler yaratıyor. Düşünün... Bazıları, tüketim süresi dolmuş süt ürünlerini alıp karıştırıyorlar, eritme peynirleri yapıp piyasaya veriyorlar. Bunun da denetimi yok...


Tavuk eti üretiminde neler yaşanıyor peki?

En berbatı o zaten... Kesim esnasında ayaklar, sakatatlar, deriler, yenilmeyen kısımlar, tüyler ne oluyor? Bunlar, MDM kıyma diye salam, sosis ve sucuklara karıştırılıyor. Önce entegre tesis tavuk kesimini yapıyor. Kendine lazım olan ana tavuğu alıyor, bunların yan ürünlerini ise taşeronlara veriyor. Bunlar da yan ürünleri salam, sosis, sucuk yapıyorlar. Hatta sıyrılmayan etleri almak için kemikleri de vakumla çekiyorlar.


Nasıl...

O kemikler de ete karışıyor ve gıdadaki kalsiyum oranı aşırı yükseliyor. Bu olsa olsa ancak hayvan gıdası olur ama bunun içine bir de soya fasulyesi karıştırıyorlar. MDM denen ikinci bir kıyma elde ediyorlar. Bunu da sucuk, salam, sosislere katıyorlar. Bu sağlıksız bir şey. Bütün bunlar etiketin üstünde yazmıyor, tüketici ne yediğini bilmiyor. Hamburger ve köfteye de karıştırılıyor bu.


Peki, bu salam, sosis ve sucuklarda bakteri ve virüs var mı?

Entegre tesisler tavuğun bu kısımlarını taşeronlara verdikleri için taşeronların hijyen durumu kontrol edilemiyor. Dolayısıyla burada bu ürünlere bakteriler, virüsler bulaşabiliyor. Üstelik bu çok ucuza ürettikleri ürünleri, piyasada et fiyatından satabiliyorlar.


Devlet bunu kontrol etmiyor mu?

Tarım Bakanlığı kontrol etmeye çalışıyor, bu konuda da düzenleme getirdi ama bu öyle geniş ve para kazanan bir sektör ki, kontrol altına alınamadı hâlâ.


Tüketici birlikleri bu konularda neler yapabilir?

AB ülkelerinde kimse bunu insanlara yediremez. Oradaki vatandaş bilinçli olduğu için ortalık ayağa kalkar. Avrupalı, “sen beni nasıl zehirlersin? Sen benim sağlığımı nasıl bozarsın? Ben bana parayla nasıl mikrop, bakteri satarsın” diye hesap sorar. Onların sivil toplum örgütleri güçlü. Bizim buradakiler gibi uyuyan güzeller değil oradaki STK’lar. Bizde de bir an önce tüketici birlikleri ve STK’lar daha faal hale gelmeli ve tüketicileri bilinçlendirmeli. Medya bunda aktif rol oynamalı. Zira halk bu gıdaları yiyor ve sonra da hastane hastane dolaşıyor!..


neseduzel@gmail.com

http://www.gazeteoku.com/popup.php?url=http://www.taraf.com.tr

3576 defa okundu
Facebookta Paylaş
Yazdır


 

| Sık Kullanılanlara Ekle | Giriş Sayfam Yap | İletişim | E-mail Giriş |